24 Ekim 2009 Cumartesi

The Story of Stuff/Şeylerin Hikayesi



The Story of Stuff (Şeylerin Hikayesi), Annie Leonard tarafından hazırlanan ve internet üzerinde yayınlanmaya başladığı Aralık-2007'den bu yana bir internet fenomeni haline gelip, 200 ülkeden toplam 6,5 milyon kişi tarafından izlenen; mevcut ekonomik sistemlere bağlı üretim ve tüketim çılgınlığının çevremize ve sosyal hayatımıza verdiği zararları tüm gerçekleriyle anlatan bir kısa film.
 "Bu sistemin her yerindeki insanlar ortak bir amaçla biraraya geldiklerinde şu andaki doğrusal sistemi, insanları ve kaynakları harcamayan yeni bir sisteme dönüştürebileceğiz. Çünkü asıl ihtiyacımız olan, bu eski kullan-at zihniyetinden kurtulmak. Eşitlik ve sürdürülebilirlik ilkelerinden yola çıkan yeni bir düşünce sistemi var artık: Yeşil kimya, sıfır atık, kapalı döngü üretim, yenilenebilir enerji, yaşayan yerel ekonomiler. Bütün bunlar şu anda oluyor. Bazı insanlar, bu gerçekçi değil, fazla idealist, olmayacak diyorlar. Ama ben hala o eski yolda devam etmek isteyenlerin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Hayal görüyorlar. Unutmayın ki o eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer çekimi gibi birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı. Biz de insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım."
FİLMİN TAM TÜRKÇE METNİ
(çeviri: Filiz Telek, Tuna Özçuhadar, Deniz Postacı)
Bunlardan sizde de var mı? Ben benimkine kafayı takmış durumdayım. Aslında tüm eşyalarıma kafayı takmış durumdayım. Aldığımız şeylerin nereden geldiğini ve attığımızda nereye gittiklerini hiç merak ettiniz mi?

"Ben bunu düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi ve araştırmaya karar verdim. Baktığım kitaplar şöyle diyordu: Kullandığımız “şeyler” farklı evrelerden geçerler: kaynak edinimi, üretim, dağıtım, tüketim ve atıkların ortadan kaldırılması. Bunun tümüne materyal ekonomisi deniliyor. Biraz daha araştırdım. Aslına bakarsanız tam 10 yıl boyunca eşyalarımızın nereden gelip nereye gittiğini araştırmak için tüm dünyayı dolaştım. Ve ne buldum biliyor musunuz? Hikayenin tamamının bu olmadığını. Bu açıklamada eksik kalan pek çok şey var.

Öncelikle bu sistem iyi işleyen bir sistem gibi görünüyor. Hiç bir problem yokmuş gibi. Ama gerçek şu ki bu sistem bir krizin içinde. Krizde olmasının sebebi de bunun çizgisel bir sistem olması ve bizim sınırları olan bir gezegende yaşıyor olmamız ve sınırları olan bir gezegende çizgisel bir sistemi sonsuza kadar sürdüremezsiniz.

Bu sistem her aşamada geçek dünyayla etkileşim halinde. Gerçek yaşamda sistem bomboş, beyaz bir sayfanın üstünde işlemiyor. Toplumlarla, kültürlerle, ekonomilerle, doğayla etkileşim halinde. Ve tüm bu evreler boyunca sınırları zorluyor. Sınırları burada göremiyoruz çünkü bu diyagram tam değil. Öyleyse başa dönüp bir daha bakalım, boşlukları doldurup eksik kalan neymiş görelim.

Burada eksik olan en önemli şeylerden biri insanlar. Evet, insanlar. Bu sistemin her aşamasında insanlar yaşarlar ve çalışırlar. Ve bu sistemdeki bazı insanlar diğerlerine göre biraz daha önemlidir. Bazılarının daha fazla sözü geçer. Kim mi bu insanlar? Hükümetle başlayalım. Bazı arkadaşlarım bana hükümeti simgelemesi için tank kullanmamı önerdiler ve bu başta bizim ülkemiz olmak üzere pek çok ülke için doğru. Ne de olsa Amerika’nın tüm federal vergi gelirlerinin % 50’sinden fazlası orduya gidiyor. Ama ben hükümeti temsilen bir insan kullanmayı seçtim. Çünkü hükümetin halktan, halk için ve halkın yanında olması gerektiği vizyonuna sahip çıkıyorum. Bizi kollamak ve çıkarlarımızı korumak hükümetin  sorumluluğudur. Bu onların işidir.

Sonra, şirket ortaya çıkmıştır. Şirketin hükümetten büyük görünmesinin sebebi şirketin hükümetten büyük olmasıdır. Yeryüzündeki en büyük 100 ekonominin 51’i şirketlerdir. Şirketlerin gücü ve boyutları büyüdükçe hükümetin tavrında bazı değişiklikler olmuştur. Hükümet artık bizlerden çok herşeyin şirketler için yolunda gitmesiyle daha çok ilgilenmeye başlamıştır.

Tamam, bakalım başka ne eksik bu resimde. Kaynak edinimi ile başlayalım. Bu, yeryüzünün tahribatı anlamına gelen doğal kaynakların sömürüsü yerine kullanılan süslü bir kelimedir. Ağaçları kesiyoruz, maden çıkarmak için dağları deşiyoruz, tüm suyu kullanıyoruz ve hayvanları yok ediyoruz. İşte burada ilk sınırla karşılaşıyoruz. Kaynaklar tükeniyor. Çok fazla şey kullanıyoruz. Biliyorum, duyması zor ama bu gerçek  ve bu konuda bir şeyler yapmalıyız. Sadece son 30 senede yeryüzünün doğal kaynaklarının üçte biri tamamen yok oldu. Gitti. Öyle hızlı deliyor, kesiyor, madenleri çıkarıyor, taşıyor ve tahrip ediyoruz ki, yeryüzünün insanlar için yaşanabilir olma özelliğine zarar veriyoruz.

Yaşadığım yerde, ABD’de, eski ormanlarımızın sadece %4’ü duruyor. Nehirlerimizin %40’ı içilemez durumda. Ve bizim sorunumuz sadece çok fazla şey kullanmak değil, hakkımıza düşenden daha fazlasını kullanmak. ABD, dünya nüfusunun %5’ine sahip olmasına rağmen dünyadaki kaynakların %30’unu tüketiyor ve dünyadaki atıkların %30’unu yaratıyor. Dünyadaki herkes aynı oranda tüketseydi, 3 - 5 tane yeryüzüne ihtiyacımız olurdu. Farkında mısınız, bizim sadece bir yeryüzümüz var. Ve ülkemin bu sınırlamaya tepkisi gidip başkalarının kaynaklarını kullanmak! Burası üçüncü dünya  ya da kimilerinin dediği gibi bize ait olan şeylerin her nasılsa başka birinin toprağında bulunması. Peki burada ne oluyor?Aynı şey: yine tahribat. Küresel balıkçılığın %75’i tam kapasitede ya da kapasitenin üzerinde yapılıyor. Dünyanın eski ormanlarının %80’i yok oldu. Sadece Amazon ormanlarında dakikada 2000 ağaç yok oluyor. Bu dakikada 7 futbol sahası büyüklüğünde bir alan demek. Peki ya orada yaşayan insanlar? Hükümete ve şirkete göre bu insanlar  burada kuşaklar boyunca yaşamış olsalar da kaynakların sahibi değiller,  çünkü üretim araçlarına sahip değiller ve çok şey satın almıyorlar. Ve bu sistemde çok şeye sahip değilseniz ya da satın almıyorsanız, hiç bir değeriniz yok.

Bir sonraki aşamada, kaynaklar üretim sürecine alınır ve burada zehirli kimyasallarla doğal kaynakları karıştırıp zehirli ürünler elde etmek için enerji kullanırız. Bugün ticarette kullanılan 100,000’in üzerinde sentetik kimyasal var. Bunların sadece küçük bir kısmı insan sağlığına etkileri konusunda test edilmiş ve hiçbiri hergün maruz kaldığımız  diğer kimyasallarla birlike kullanıldıklarında insan sağlığını nasıl etkileyecekleri konusunda test edilmemiş. Yani bu zehirli maddelerin sağlığımıza ve doğaya etkilerini tam olarak bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz:  zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı. Üretim sürecimize bu zehirli maddeleri katmaya devam ettiğimiz sürece, evlerimize, iş yerlerimize ve okullarımıza aldığımız eşyalarla birlikte bu zehirli maddeleri de almaya devam edeceğiz. Ve tabi vücutlarımıza da! BFR’ları, yani bromatlanmış ateş geciktiricileri ele alalım. Bunlar kullandığımız eşyaları ateşe dayanıklı hale getiren kimyasallar ama süper zehirliler. Nörotoksinler, yani beyne etki eden zehirli maddeler. Böyle bir kimyasalı kullanmayı kim ister? BFR’ları bilgisayarlarımızda, ev aletlerinde, divanlarda, yataklarda ve hatta yastıklarda kullanıyoruz.  Aslında, yastıkları alıyoruz, bir nörotoksine batırıyoruz ve sonra eve getirip kafamızı üzerine koyup her gece 8 saat uyuyoruz. Bilmiyorum ama bu kadar potansiyeli olan bir ülkede uyurken kafamız ateş almasın diye daha iyi bir yöntem düşünebiliriz gibi geliyor bana. Bu zehirli maddeler gıda zincirinde birikiyor ve vücutlarımızda konsantre halde toplanıyor. Gıda zincirinin en üstündeki ve en yüksek miktarda zehirli madde içeren gıda  hangisi biliyor musunuz? İnsan sütü. Bu demek oluyor ki, öyle bir noktaya ulaştık ki toplumların en küçük üyeleri – bebeklerimiz anne sütünden hayatlarının en zehirli kimyasal dozunu alıyorlar. Bu inanılmaz bir zarar değil mi? Emzirmek en temel beslenme yolu olmalıdır; güvenli ve kutsal olmalıdır. Tabi ki emzirmek yine de en iyisidir ve anneler kesinlikle çocuklarını emzirmeye devam etmelidir ama bu eylemi korumalıyız. Onlar [hükümet] korumalı. Bizi gözetiyorlar zannediyordum. Tabii ki bu zehirli kimyasallardan en çok etkilenenler fabrika işçileri. Aralarında doğurganlık döneminde olan pek çok kadın var. Çalışırken pek çok reprodüktif toksik ve kanserojen maddeye maruz kalıyorlar. Şimdi size sormak istiyorum, başka bir seçeneği olsa hangi kadın doğurganlık döneminde reprodüktif toksiklere maruz kalacağı bir işte çalışır?

İşte bu sistemin “güzelliklerinden” biri de bu. Yerel doğal kaynakların ve ekonomilerin zarar görmesi başka seçenekleri olmayan bir insan kitlesini sisteme kaynak olarak sunuyor. Dünyada her gün 200,000 insan kendilerini kuşaklar boyunca besleyip yaşam kaynağı olmuş alanlardan şehirlere taşınıyorlar. Pek çoğu gecekondu mahallelerinde yaşıyor, ne kadar zehirli olursa olsun ne iş olursa yapıyorlar. Gördüğünüz gibi, bu sistemde sadece doğal kaynaklar harcanmıyor, insanlar da harcanıyor. Toplumlar harcanıyor.

Evet, zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı. Zehirli maddelerin büyük kısmı fabrikaları ürünler olarak terk ediyor ama daha da büyük kısmı yan ürün ya da kirlilik olarak çıkıyor. Hem de ne kirlilik! Amerika’da endüstri her yıl 4 milyon tondan fazla zehirli kimyasal saldığını kabul ediyor.
Muhtemelen salınan miktar, endüstrinin kabul ettiğinden çok daha fazla. İşte bu da başka bir sınır! Yılda 4 milyon ton zehirli kimyasalı kim görmek ve koklamak ister? Bu durumda ne yapıyorlar? Bu kirli fabrikalari başka ülkelere taşıyorlar, başkalarının topraklarını kirletiyorlar! Ama sürpriz, bu fabrikaların yarattığı hava kirliliğinin büyük bir bölümü rüzgarlarla bize geri geliyor. Peki bütün bu doğal kaynaklar ürünlere dönüştükten sonra ne oluyor? Dağıtım için işte buraya geliyorlar.

Dağıtım “tüm bu zehirli ıvır zıvırı bir an önce satmak” anlamına gelir. Burada hedef, fiyatları düşük tutmak, insanların almaya devam etmesini sağlamak, stoğu eritmektir. Fiyatları nasıl düşük tutuyorlar? Mağaza çalışanlarına az para ödüyorlar  ve her fırsatta sağlık sigortasından kısıyorlar. Herşey maliyeti dışsallaştırmakla ilgili. Bu demektir ki aldığımız şeylerin fiyatı gerçek maliyeti karşılamıyor. Bir diğer deyişle satın aldığımız şeylerin gerçek fiyatını ödemiyoruz.

Geçen gün bunun üzerine düşüyordum. İşe yürüyordum, haberleri dinlemek istedim ve bir radyo almak için Radio Shack’e girdim. $4.99’a çok şirin yeşil renk bir radyo buldum. Radyoyu satın almak için sırada beklerken nasıl oluyor da $4.99 bu radyonun üretiminin ve bana kadar ulaşmasının gerçek maliyetini karşılar diye merak ediyordum. Radyodaki metal muhtemelen Güney Afrika’dan çıkarılmıştı, petrol Irak’tan gelmişti, plastik Çin’de üretilmişti ve belki tüm bu parçalar 15 yaşında bir Meksikalı tarafından Meksika’da birleştirilmişti. $4.99, bırakın bana radyoyu seçmemde yardımcı olan görevlinin maaşını ya da radyonun bana ulaşana kadar katettiği mesafenin masrafını karşılamayı, ben gelip onu alana kadar durduğu rafın kirasını bile karşılamazdı. Böylece bu radyonun gerçek fiyatını ödemediğimi farkettim. Peki öyleyse kim ödüyordu?

Bu insanlar doğal kaynaklarının kaybıyla ödediler. Bu insanlar temiz havalarının kaybıyla, astım ve kanser sayısının artmasıyla ödediler. Kongo’daki çocuklar gelecekleriyle ödediler– bugün Kongo’daki çocukların %30’u ucuz ve kolayca elden çıkarılan elektronik eşyalarda kullanılan koltan madenlerinde çalışmak için okulu bıraktılar. Bu insanlar da kendi sağlık sigortalarını karşılayarak ödediler. Bu sistem boyunca herkes benim bu radyoyu $4.99’a alabilmem için bir şeyler ödedi. Ama bu katkıların hiçbiri, hiçbir muhasebe kaydına geçmedi. İşte şirket sahiplerinin, üretimin gerçek maliyetini dışsallaştırmasıyla bunu kastediyorum. Ve tabii, bu, bizi tüketimin altın okuna getiriyor.

Tüketim, sistemin kalbidir, ona hareket veren motordur. Öylesine önemlidir ki, bu oku muhafaza etmek, hükümet ve şirket için ilk önceliktir. Bu nedenle 11 Eylül’den sonra, ülke şoktayken, Başkan Bush, duruma uygun bir kac şey önerebilecekken, yas tutun, dua edin, ümit edin gibi, o halka alışveris etmelerini söyledi. ALIŞVERİŞ ETMEK Mİ?!

Biz bir tüketiciler ulusu olduk. Bizlerin birincil kimlikleri, anneler, öğretmenler, çiftçiler olmak değil, sadece tüketiciler olmak. İnsan olarak değerimizin ölçüldüğü ve topluma sunulduğu yegane yol, bu oka ne kadar katkı yaptığımız ve ne kadar tükettiğimiz ile ilgili. Durum böyle olunca, biz ne yaparız?! Alışveriş, alışveriş ve yine alışveriş yaparız. Mal akışına hizmet ederiz. Mallar da aktıkça akar!

Kuzey Amerika’da bu sistem üzerinden akan materyallerin yüzde kaçı satışından 6 ay sonra kullanımdadır tahmin edin. % 50 mi?  20 mi? HAYIR. % 1! Bir! Bir diğer deyişle, hasat ettiğimiz, yer altından çıkarttığımız, işlediğimiz, naklettiğimiz her şeyin %99’u, bu sistemde 6 ay içinde bir daha kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmektedir. Böylesine bir tüketim oranı ile bu gezegeni nasıl çekip çevireceğiz?

Bu her zaman böyle değildi. Bugün ortalama bir Amerikalı, 50 yıl öncesine göre iki kat daha fazla tüketiyor. Anneannenize sorun. Onun zamanında, idareli olmak ve elindekilerin kıymetini bilmek önemliydi. Peki ama bu durum nasıl ortaya çıktı? Doğal olarak ortaya kendiliğinden çıkmadı. Tasarlandı.

2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, bu adamlar, ekonomiyi nasıl şahlandıracaklarını hesaplıyorlardı. Satış analisti Victor Lebow, tüm sistem için bir model olacak çözümü tanımladı. “Müthiş verimli ekonomimiz, tüketimi hayat biçimimiz haline getirmemizi, alışverişi ve tüketimi kutsal törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego tatminini tüketimde aramamızı talep ediyor. Herşeyin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyacımız var” dedi. Başkan Einsenhower’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi Başkanı ise, “Amerikan ekonomisinin nihai  amacı, daha fazla tüketim malı üretmektir” dedi. DAHA FAZLA TÜKETİM MALI MI? Nihai (ekonomik) amacımız bu mu? Sağlık hizmeti veya eğitim veya güvenli taşıma veya sürdürülebilirlik veya adalet sağlamak değil de tüketim malları mı?

Peki nasıl oldu da bizlerin bu programın çılgın destekçileri olmamızı sağladılar? Tabii, en etkin stratejilerinden ikisi, “planlanan eskime” ve “algılanan eskimedir”. Planlanan eskime, bir başka deyişle “çöpe atmak için tasarlamaktır”. Bu, ürünlerin mümkün olduğunca çabuk kullanılmaz hale gelmek üzere tasarlanmaları anlamına geliyor. Böylece, elimizdeki ürünü çöpe atar, koşar yenisini alırız. Bu yöntem  plastik torbalar ve kahve bardakları gibi şeyler için bariz. Fakat şimdilerde büyük ürünler de aynı durumda: paspaslar, DVD’ler, kameralar, mangallar, her şey! Bilgisayarlar bile.

Şuna dikkat ettiniz mi hiç? Şimdi bir bilgisayar satın aldığınızda, teknoloji birkaç yıl içinde öyle hızlı değişiyor ki, yeni bilgisayarınız iletişim için engel bile teşkil ediyor. Merak ettim ve masaüstü bilgisayarımın içini açtım baktım. Her yıl değişen parçanın, köşede duran küçük bir parça olduğunu öğrendim. Fakat bu küçük parçayı değiştirmeniz imkansız çünkü her yeni versiyonun şekli farklı. Bu nedenle tüm bilgisayarı çöpe atıp, yenisini almak zorunda kalıyorsunuz.

Planlanan eskimenin gündeme geldiği 1950’lerdeki endüstriyel tasarım dergilerinden bölümler okuyordum. Tasarımcılar, bu konuda öylesine açıklar ki! Çarçabuk bozulsa da tüketicinin sadakatle yeniden alacağı ürün tasarımlarını nasıl yapabiliriz diye ciddi ciddi tartışıyorlar. Tamamen kasıtlı yapılmış. Fakat tüketim maddeleri, bu oku canlı tutacak hızda bozulmaz ve bu nedenle devreye “algılanan eskime” girer. Algılanan eskime, bizi kullanılabilirlik açısından mükemmel durumda olan eşyaları atmaya ikna eder. Bunu nasıl yaparlar? Tabi ki eşyaların görünüşünü değiştirerek. Böylece birkaç yıl önce aldığınız şeyleri gören herkes sizin son zamanlarda  tüketim okuna katkıda bulunmadığınızı söyleyebilir. Değerimiz bu tüketim okuna yaptığımız katkılarla ölçüldüğü için, bu durum utanç verici olabilir. Mesela, masamın üzerinde aynı şişman, beyaz bilgisayar monitörü 5 yıldır duruyor. İş arkadaşım daha yeni bir bilgisayar aldı. İnce, parlak ve düz ekranlı bir monitörü var. Bu ekran, bilgisayarına yakışıyor. Telefonuna yakışıyor. Hatta kalem kutusuna bile yakışıyor. Sanki uzay gemisinin merkezinden komuta eder gibi gözüküyor. Ya ben, ben sanki masamın üzerinde bir çamaşır makinesi varmış gibi görünüyorum.

Moda, bu konuda diğer bir iyi örnek.  Kadın ayakkabılarının neden bir yıl kalın topuklu, bir sonraki yıl ince topuklu, sonra yine kalın topuklu olduğunu merak ettiniz mi hiç? Bunun nedeni, hangi topuk yapısının kadınların ayakları için daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışma değil. Bu, ince topukların moda olduğu yılda kalın topuklu giyerek tüketim okuna son zamanlarda hiç katkıda bulunmadığınızı ve yanıbaşınızdaki ince topuklu kişiye ya da aslında reklamlardaki kişiye göre daha değersiz  olduğunuzu herkese göstermek içindir. Yeni ayakkabılar satılsın diye tasarlanmıştır.

Reklamlar ve genel olarak medya, bunda büyük rol oynar. Amerika’da yaşayan her kişi, her gün  3.000’den fazla reklamın hedefi oluyor. Her birimiz, 50 yıl önce insanların hayatları boyunca gördükleri reklamdan fazlasını bir yıl içinde görüyoruz. Bir düşünün, sahip olduklarımızdan mutsuz olmamızı sağlamaktan başka bir reklamın amacı nedir? Böylece, günde 3.000 kez, saçımızın, cildimizin, kıyafetlerimizin, mobilyalarımızın, arabamızın ve hatta kendimizin yanlış olduğu ve alışveriş yaparak bütün bu yanlışlıkları düzeltebileceğimiz söylenir bize. Medya ayrıca tüm bunları saklayarak duruma yardımcı oluyor. Böylece materyal ekonomisinin bize görünen tek yüzü, alışveriş olur. Kaynak edinimi, üretim ve atıkların yok edilmesi, tamamen bizim görüş alanımızın dışında gerçekleşir.  Böylece şu anda Amerika’da daha önce hiç olmadığı kadar çok şeyimiz olmasına rağmen yapılan anketlerin sonucunda görmekteyiz ki, ulusal mutluluk endeksi aslında düşüyor. Ulusal mutluluk endeksi 1950’lerde zirve yapıp sonrasında düşüşe geçmiş, tam da bu tüketim çılgınlığının patladığı dönemde. Hmmm, ne ilginç bir tesadüf. Zannedersem bunun nedenini biliyorum. Daha fazla eşyamız var ama bizi gerçekten mutlu eden şeyler için daha az zamanımız var: ailemiz, arkadaşlarımız, kendimiz için boş zaman. Şimdiye dek hiç olmadığı kadar çok çalışıyoruz. Bazı analistler, feodal toplumlardakinden daha az boş zamanımız olduğunu söylüyorlar. Sahip olduğumuz kıt boş zamanda da yaptığımız iki ana aktivite nedir biliyor musunuz? TV seyretmek ve alışveriş yapmak.

Amerika’da, alışveriş için Avrupalıların 3-4 katı zaman harcıyoruz. Böylesi gülünç bir durumdayız, işe gideriz hatta iki ayrı işe bile gideriz ve eve geliriz. Yorgun halde yeni aldığımız koltuğa çökeriz ve TV seyrederiz. Reklamlar bize “CAN SIKICI” olduğumuzu söyler. Kendimizi iyi hissetmek için alışveriş merkezine gidip alışveriş yapmak zorunda kalırız. Yeni aldığımız şeylerin parasını ödeyebilmek için daha fazla çalışmamız gerekir. Daha da yorgun eve geliriz. Koltuğa çökeriz ve daha fazla TV seyrederiz. Reklamlar bize tekrar alışveriş merkezine gitmemizi söyler. Çılgın bir çalışma – izleme – harcama döngüsünde sıkışmışızdır. Ve bunu sadece biz durdurabiliriz. Ve sonunda satın aldığımız bu şeylere ne oluyor? 1970’lerden beri ortalama bir Amerikan evinin büyüklüğü iki katına çıkmış olmasına rağmen bu şekilde tüketmeye devam edersek satın aldığımız şeyler evlerimize sığamazlar. Hepsi sonuçta çöpe gidiyor.

Böylece atıkların ortadan kaldırılması aşamasına gelmiş oluyoruz. Bu, materyal ekonomisinin en iyi bildiğimiz kısmı çünkü bütün bu ıvır zıvırı biz kendi elimizle çöpe atıyoruz. ABD’de her birimiz günde 2 kg çöp üretiyoruz. Bu, 30 yıl önceki rakamın tam 2 katı. Tüm bu çöpler ya yerde kocaman bir çukur olan atıkgömü’ye yığılıyor ya da  gerçekten şanssızsanız, önce bir çöp fırınında yakılıyor, sonra atıkgömü’ye konuyor. Her ikisi de havayı, toprağı, suyu kirletiyor ve unutmayın, iklimi değiştiriyor. Çöpleri yakmak gerçekten kötü. Üretim aşamasındaki zehirli maddeleri hatırlıyor musunuz? Çöpleri yakmak bu toksikleri tekrar havaya salıyor. Daha da kötüsü dioksin gibi yeni, süper zehirli maddelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Dioksin insan tarafıdan yapılmış ve bilimsel olarak bilinen en zehirli maddedir. Ve çöp yakma tesisleri bir numaralı dioksin kaynağıdır. Bu demek oluyor ki insan tarafindan yapılmış, bilinen en zehirli maddenin bir numaralı kaynağını sadece çöpleri yakmayı durdurarak ortadan kaldırabiliriz. Bunu bugün durdurabiliriz!

Bir de bu atıkgömü veya çöp yakma tesisiyle uğraşmak istemeyen şirketler var ki bunlar atıklarını bile ihraç ediyorlar. Ya geri dönüşüm? Geri dönüşümün faydası var mı? Evet, geri dönüşümün faydası var.
Geridönüşüm bu uçta çöpü azaltırken, diğer uçta da kaynakların tüketilmesi üzerindeki baskıyı azaltıyor. Evet, evet, evet, hepimiz geri dönüşüm yapmalıyız. Ama geri dönüşüm yeterli değil. Geri dönüşüm hiç bir zaman yeterli olmayacak, bir kaç sebepten dolayı. Birincisi, evlerimizden çıkan atıklar buzdağının sadece görünen parçası. Çöpe gönderdiğiniz her bir kutu ıvır zıvırın daha üretimi aşamasında 70 kutu atık meydana geliyor. Yani ev atıklarımızın 100%’ünü bile dönüştürebilsek problem çözülmüyor. Ayrıca, atıkların bir kısmı dönüştürülemiyor. Çünkü ya çok miktarda zehirli madde içeriyorlar ya da en baştan geri dönüştürülemeyecek şekilde tasarlanıyorlar. Mesela metal, kağıt ve plastiğin karıştırılmasıyla üretilen meyve suyu kutularında olduğu gibi, o maddeleri gerçek bir geri dönüşüm için ayrıştıramazsınız.

Gördüğünüz gibi bu, kriz içinde bir sistem. Bütün yol boyunca pek çok sınırı zorluyoruz. İklim değişikliğinden mutluluğun azalmasına, bu sistem çalışmıyor. Ama bu kadar yaygın bir problemin avantajı pek çok müdahele noktasının bulunması. Burda, ormanları kurtarmaya çalışan ve burda temiz üretimle ilgili çalışan insanlar var. İşçi hakları, adil ticaret, bilinçli tüketim, atıkgömülerin ve çöp yakım tesislerinin bloke edilmesi ve en önemlisi, hükümetin tekarar halkın yanında ve halk için olması için çalışan insanlar var. Bütün bu çalışmalar gerçekten çok önemli ama ciddi değişim, bağlantıları ve büyük resmi gördüğümüzde gerçekleşecek.

Bu sistemin her yerindeki insanlar ortak bir amaçla biraraya geldiklerinde şu andaki doğrusal sistemi, insanları ve kaynakları harcamayan yeni bir sisteme dönüştürebileceğiz. Çünkü asıl ihtiyacımız olan, bu eski kullan-at zihniyetinden kurtulmak. Eşitlik ve sürdürülebilirlik ilkelerinden yola çıkan yeni bir düşünce sistemi var artık: Yeşil kimya, sıfır atık, kapalı döngü üretim, yenilenebilir enerji, yaşayan yerel ekonomiler. Bütün bunlar şu anda oluyor. Bazı insanlar, bu gerçekçi değil, fazla idealist, olmayacak diyorlar. Ama ben hala o eski yolda devam etmek isteyenlerin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Hayal görüyorlar. Unutmayın ki o eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer çekimi gibi birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı. Biz de insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım.
"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder